Nihat Demirkol
"Herkes Biraz Donkişot'tur" kitabından alınmıştır
Başlarken, sadece benzer ve karşıt kavramların büyüsünden yararlanmak istemiştim; daha fazlası oldu. Yetişkin insanın, sembolleri yorumlama becerisine güvenerek yola çıkmıştık, nerelere geldik? Öykü içinde öykü desem ve satır aralarında, sizi zeytinle empati yapmaya davet etsem, bana katılır mısınız?
Yapraklı dalı, “barışın simgesi” sayıldı tarih boyunca. Sadece yaprağından nice ilaçlar üretildi. Bu soylu aileyi tanımlamak için, ona “Olea Europaea-Sativa” adını verdiler. Efsanelerde, bitkilerin dilinden anlayan ve ölümsüzlüğün ilacını arayan Lokman Hekim’in “kaybolan reçetesi”yle can buldu, tanelerinden çıkarılan yağının gizemi böylece yaşatıldı. İnsanlık tarihine damgasını vurmuş bitkilerin başında gelen “zeytin”, soframıza ulaşana kadar her zevkin ve tercihin “ nazına oynadı”. Kah iğneyle deldiler, kah taşla ezdiler onu. Tuzlu sularda beklettiler; bazen ağırlıkların altında buruşturdular yüzünü, bazen de nice baharatların tütsülediği lezzetlerle harmanlandı. Özellikle Ege’de, “zeytinyağlı mutfağı” denilen bir damak çeşnisi yaratıldı; bir kültüre adını verdi “ehl-i keyf”in “şaheser” dedikleri arasında...
Bütün bunlar yaşanırken, olmadan toplanan, acılığını gidermek için kısa süre kireç suyunda bırakıldıktan sonra, çoğu kez tad vermek için “limon ve rezene katılan salamura” da muhafaza edilen zeytinden “yeşil zeytin”i yaratmayı başardı meraklısı.
Bu bahsettiğim, kuşkusuz yöntemlerden sadece biriydi... Yeşil zeytinin dünya görüşümüzde yarattığı farklılığa ise, pek az kimse çatalın ucundaki “mütevazi” bir renkten fazlasını görerek baktı. Yaşama sevincini ve pozitif düşünceyi, bir zeytin tanesinin idddiasız varlığıyla bağdaştırabilenler de hiçbir zaman çoğunluk ta olmadı. Onların “ gönül gözü” kadar “ can kulağı” da kapalıydı. Hiçbiri “ dinlemenin ötesine geçebilmeyi, yani duymayı” da becerebilenlerden değildi...
Barmenler, günün birinde, bu sıradan yazgıyı “sıradışı ve beklenmeyen”e çevirdi...
Bilirsiniz, dry vermut(3/4 ölçek), dry cin (1 ½ ölçek) ve birkaç parça buzla çalkalanarak hazırlanan içkinize, usulca birer de “yeşil zeytin” bırakıverirler. Birer beyazı bulunmayan limon kabuğu ilavesiyle, “geleneksel- martini kokteyl”iniz hazırlanmıştır. Artık size düşen elinizde tuttuğunuz kadehi önemsemektir. Çünkü kokteyl sinerjidir, berekettir, uzlaşmanın diğer adıdır. Bütün kokteyller gibi martini kokteyl de yeterince eskidir; hatta Rockefeller kadar, Churchill kadar eskidir, fakat aynı zamanda eskimeyen bir geleneği temsil eder: “Uzlaşma yoksa lezzet de yoktur”. Kokteyl, farklılık ve benzerlerin yönetimidir; biraz da takım oyunudur. Takıma barmen, hatta kadeh bile dahildir.
Neden tek zeytin? Bu sorunun cevabı, “her bir tanenin kendi doğası içinde benzersiz ve tek olması mucizesi”nde yatar. Dışarıdan baktığınızda, aynı görünen “benzer”ler arasında bazıları vardır ki, aslında yaşarken fark yaratmaya adanmış bir varlığın temsilcileridir. Bu kokteyl’de yeşil zeytin, belki bir ayrıntıdır. Ama öyle bir ayrıntıdır ki, mükemmeli yaratan temel ve basit bileşenlerden biridir. Öyle ki, yeşil zeytin olmadan geleneksel Dry Martini Kokteyl tamamlanmış olmaz...
Öykü burada da bitmiyor. Fark yaratmak iddiası taşıyan ve ben “marka”yım diye kafa tutabilen bir “yeşil zeytin”, kulağıma son isteğini fısıldayıverdi geçen akşam: “son dakikalarımı bir martini kadehinde geçirmek istiyorum...” Bu ince zevkin “ asil beklentisi” ne kulaklarımı tıkayamazdım. Çünkü, yeşil zeytinin son isteğinde hayalgücü vardı. Fark yaratma isteği vardı. Paylaşıma bir davet verdı. Son isteğinde, gözlem vardı; eylem vardı... Yaratıcılık vardı; sinerji arayışı ve nihayet estetik kaygı vardı!
Konuyu, aklımca, “ne yaşarken, ne de ölürken, bir zeytin tanesi kadar olamayan bazı dostlara ithaf olunur” diyerek noktaladığımı sanıyordum ki, yeşil zeytinin hikayesini okuyanlar birbiri ardınca telefon açarak,” siyah zeytinin hakkını mutlaka arayacağız” diye sitem etmeye başladılar. Haşlanmış yumurtanın özenle kesilmiş dilimleriyle bezenmiş “fasulye piyazı” nın yüzüne nasıl bakacağımı sordular; “Üstünde siyah zeytin olmadan sofraya gelir mi? Kabilinden çıkıştılar. “Yaradılıştan bu yana, bir çift güzel gözü tarif etmek için yazılanları nasıl unutursun?” dediler. “Adına şarkılar yazılan nice sevgilinin ahını aldın” diyenler oldu... Ben de “Ender Marka” zeytin ezmesinin etiketini, üzerindeki anneyi ve çocukları hatırladım ister istemez.
Nihayet, dostlarıma dedim ki, “siyah zeytinin nimet olduğunu hatırlamak için mutlaka birisinin bir haksızlık yapması mı gerekiyordu?” Sonunda, bir şeyi kaybetme tehlikesi belirmeden, hiçbir şeyin farkına varmamaya kararlı olduğumuzu itiraf ettik birbirimize. Bu kararlılığımız, duyarsızlığımıza sahip çekmak gibi birşeydi adeta. İşte, sıradanlığın püf noktası da bu “kolay teslim oluşun” arkasına saklanıyordu her zaman. Doğu kültürlerinde,” susmak hata yapmamak içindir” diye özümsenen tevekkül, zaman zaman yerini “ değiştirilemez bir yazgının karabasanlarına” bırakıveriyordu. Yoksa, çukurca bir kasenin içinde parıldayan siyah zeytinin, üzerine fiskelenmiş kekik ve pul biberiyle olan sevdasını kim inkar edebilir ki?
Bestakarın “Beni ateşlere salan o kapkara siyah gözler...” dediğine,kaleminden damlayan zeytin taneleri ile cevap veren edebiyatçılar, renkleri birbirne düşürmekle, hatta kıskandırmakla iyi mi etmişlerdir acaba? En yoksul sofraların bile misafiri olan siyah zeytini ve onun bir somun ekmekle hatırlanan “ kutsal beraberliği” ni, adeta sofraların bereketi saymak sadece rastlantı mıdır? Yabani olanı “delice zeytin” diye anarken, nice dostlarımız da, bu “delice” tabiatlarıyla bağrımıza basıyoruz.
Bugün, ailenin bir araya toplandığı kahvaltı sofralarını, “eskiyen herşeyle birlikte” her mevsim biraz daha fazla özlerken, bir taze günaydın, bir çıtırdayan simit ve ince belli bardaktaki demli çayın sohbetini de, mutlaka siyah zeytini yadederek selamlıyoruz...
Yağlı beyaz peynirin damaktaki tadını, limonun hayat veren serinliğini ve kokusunu unutmadan elbette...
Kendimi affettirip affettiremediğimi, belki bir daha ve açıkça konuşma fırsatı bulamadık ama, “dün”e kıyasla pek çok kişinin, zeytinin dünya görüşümüzde kıvılcımlandırdığı renk münakaşasına, sadece çatalın ucundaki “mütevazi” bir lezzetten fazlasını görerek baktığını hissedebiliyorum. Aslında, iki yazı arasında değişmeyen tek şey, “yaşama sevinci”ni ıskalamamak için, herkesi daha derin düşünmeye davet etmek samimiyetiydi...
Artık, zeytin hakkında konuşmaktan,yazmaktan daha büyük bir keyif alıyorum. Çünkü o bu ilgiyi hakediyor; çünkü o bir efsane... Kışın yapraklarını dökmeyen zeytin ağacı, çok uzun ömürlü olması, yok edilmesi olanaksız yaşam gücü ve güzel parlaklığa sahip sert odunu sayesinde, zamanında halkın ve epik destanın da dikkatini çekmişti. Odeysseus’un yatağını,yabani bir zeytin ağacının toprağa kenetlenmiş köksapı üzerine kurması rastlantı değildi. Bu, evliliğin de mülkün de sağlam olması ve güvence altına alınması anlamına geliyordu.
Zeytin “barışçıdır” demiştik; gerçekten, eski Yunan’da savaşçı muzaffer kumandanlar başlarına defne yaprağından yapılmış taçlar takarken, savaşta yer almamış olanların, zeytin dalından yapılmış taçları tercih ettiği biliniyor. Bugün bile, “zeytin dalı uzatmak” deyimini sıkça kullanıyoruz. Nuh tufanının bitişini sembolize eden figürlerden bir tanesi de güvercinin ağzındaki zeytin dalıdır; zeytin yaşamın ta kendisidir; ümittir, başlangıçtır.
Yazının sonlarına gelmemize rağmen, yine de zeytinin ayrıcalığını yeterince önemsemeyebilirsiniz. Sizin veya benim nasıl düşündüğüm,aslında çok önemli değildir.”Ne ve nasıl düşündüğümüz önemlidir”. BUDA, daha da ileri gitmiş; “ Biz ne düşünüyorsak O’yuz... Biz her neysek düşüncelerimizden doğar. Biz dünyamızı düşüncelerimizle yaparız...” diyor. O halde, ne kadar gelenekçi olduğumuz, ne kadar değişimden yana düşündüğümüz, asıl belirleyicidir. Gelenekselin her zaman yanlış olduğunu söylemek, zor ve hayli abartılıdır. “Yanlış olan gelenekseli sorgulamamaktır”. Zeytin mucizedir; bu meyvenin düşünmeden, farkında olmadan attığınız çekirdeği bile aslında bir yaşamdır.
Tıpkı insan gibi... Çünkü “insan da mucizedir...”
No comments:
Post a Comment