Saturday, April 05, 2008

ÖYKÜ : "ACI ZEYTİNLER"


Jaklin Çelik

Yaşları yedi ila on beş arasında değişen sekiz on çocuk, duvar dibinde minderler üzerine oturmuş, bir taraftan birbirleriyle didişiyor, bir taraftan da ellerindeki taşlarla, önlerine yığılan zeytinlerin üzerine birer ikişer vuruyorlardı. Kırılan zeytinleri toplayan kadın, çocukların önüne tencereyle seri bir şekilde zeytin boca ediyordu.

Dibi siyah tencere, küçük kafalar üzerinde kara bir bulut gibi gezinirken, irili ufaklı taşlardan çıkan sesler birbirine karışıyordu. Taşlar ağırlığına ve kullanıcının gücüne göre zeytinlerin yeşil sert etini eziyor, veya çatlatıyordu. Kadın, ezik zeytinleri gözlerinin hızına yetişmeye çalışan elleriyle bir kenara ayırırken yüzünü ekşitiyor, içlerinde taş değmemişleri görünce de sinirleniyordu. Çocuklara söylenirken ön, üst kısımdaki dört altın dişi parıldıyordu.

Doğuştan tek kollu Maroge elindeki mermer taşla zeytinleri tek tek, ezmeden kırmayı beceriyordu. İlk partide hatırı sayılır derecede zeytini ezerek heba etmiş, fakat şimdi elinde tuttuğu taşla arasında bir bağ oluşmuştu. Taşı zeytinin üzerine her indirişinde gücünü öyle bir ayarlıyordu ki taş çekirdeği hafiften hissettiğinde elini geri çekiyordu. Taş, zeytin çekirdeği ve beyni arasında kurulan üçlü denge yirmi otuz zeytinde bir bozuluyor, kolunu biraz dinlendirdikten sonra o ince ayarı tekrar buluyordu. Ara sıra taşı yere bırakıp biriken zeytinleri diğerlerinin arasına katıyor, önüne kırılmamış zeytin alıyordu.

Yerinden kalkmak için mazeret aradığı bir anda, kilisenin koca, metal kapısı üç dört defa hızla vuruldu. Elindeki taşı bırakıp kapıya koştu. Demir kanadı tek eliyle güçlükle açabildi. Kimsecikler yoktu. Kapının önüne çıktı. Siyah kirpiklerinin çevrelediği iri, yeşil gözlerini, koşar adım, yokuş aşağı inen çocuklara çevirdi. Gülüşmeler arasından ‘tek kolluya açtırdık kapıyı’ cümlesi çalındı kulağına. Kapıyı kapatıp zeytinlerin başına geçti. Zeytin kırdığı mermer taşın yerinde üzeri pütürlü, zeytine vurdukça dağılan, çıkıntıları iyice yuvarlanmış bir taş duruyordu. Yan gözle yanındaki Petrus’a baktı. Petrus elindeki mermer taşı kullanmaktan oldukça hoşnut görünüyordu. İstifini bozmadan, zeytinlerin üzerine öyle bir vuruyordu ki zeytinler avlunun taş zemininde koca parçalar bırakıyordu. Maroge sesini çıkarmadı. İşlerinden kaytarmaya hevesli çocuklara bakınca içinde bulunduğu durumu değerlendirmenin en iyisi olacağını düşündü. Önündeki zeytinlerden birini ağzına attı. Dişleri arasında ezilen zeytinin acısı ağzına dağıldı. Zeytini Petrus’la arasındaki boşluğa tükürdü. Gülüşmeler kapladı ortalığı.

“Çok acıymış.” Deyip tükürmeye devam etti.

Petrus “Herhalde. Boşuna mı kırk gün boyunca her gün suyu değiştiriliyor? Yoksa böyle yerdik” deyip eline aldığı zeytini, muzipçe Maroge’nin ağzına tıkmaya çalıştı. Maroge, Petrus’un dinmeyen ısrarı karşısında zeytini ağzına aldı, çiğnemeden yere tükürdü. Diline ve damağına acı bulaşmış gibi sesler çıkarıp, dilini ağzının dışında gezdirmeye başladı. Tekrar gülüştüler. Maroge usulca Petrus’un kulağına eğildi.

“Gideceğiz değil mi?”

“Birazdan gideriz.”

Bir süre sonra çocuklar birer ikişer kaytarmaya başladılarsa da zeytin dağıtıcısı kadın eşliğinde yerlerine dönmeleri fazla uzun sürmedi.

Ekim güneşi, kilisenin açık renk Midyat taşları üzerinde yumuşak, son demlerini yaşayan sıcak bir sarıya dönmüştü. Kırılan zeytinler bidonlara doldurulmuş, acılarını bırakacakları suda serinliğe kavuşmuşlardı. Petrus ve Maroge bakıştılar.

Petrus “Gidelim. Bu kadar yeter. Zaten bitti.” Dedi.

Maroge ortalığı kolaçan ettikten sonra “İkimiz birlikte olmaz. Önce ben gideyim. Beş dakika sonra da sen gel” dedi.

Zeytin dağıtan kadın son parti zeytini de çocukların önüne yığdıktan sonra mutfağa girdi. Maroge bunu fırsat bilip kilisenin caddeye bakan kapısına usulca yönelip dışarı çıktı. Yokuş aşağı koşar adım inip Petrus’la sözleştikleri otobüs durağında beklemeye koyuldu. Kısa bir süre sonra Petrus da geldi. Ana cadde üzerinde yürümeye koyuldular. Petrus bir sokak köşesinde durdu.

“Erzakçılar çarşısında yeni bir tane açılmış istersen oraya gidelim” dedi.

Maroge “Sen bilirsin. Ben anlamam. Bende iki milyon var. Oranın saati ne kadardır acaba?”

“Parayı sorun etme, bende var.”

Adımlarına hız verdiler. Maroge’nin bir eli cebindeki iki milyonu tutuyor, dirseğinden aşağısı olmayan diğer kolu ise iğneyle yukarı tutturulan gömleğin kolu içinde öylece sarkıyordu. Ulucami’nin önünden geçip, her türlü hububat, tatlı ve etin satıldığı Sokıl Bakkar çarşısına girdiler. Daracık sokakta at ve eşeklerle yük taşıyan adamların arasından sıyrılıp, bir internet kafe’nin önünde durdular. Maroge yeni asılmış tabelaya baktı. Ardından, içerdeki döner sandalyelere ve tabii ki yeni masalar üzerinde duran bilgisayar ekranlarına dikti gözlerini. “Vay be!” dedi sevinç ve hayretle.

İnternet kafenin otuz yaşlarındaki sahibi dört beş yeni bilgisayarın bulunduğu odada, üzerinde ilk günlere özel renkli şekerleme kasesinin bulunduğu masanın önündeydi. Kenarda kıyıda, gönderenin isminin sarı yaldızlı harflerle yazıldığı karton bant altında daha bir küçülen bir iki çiçek aranjmanı duruyordu. İçerde boya ve yeni mobilyaların kendine has tutkal-cila karışımı kokusu vardı. Bütün makinalar boştu. Adam, Petrus ve Maroge’nin içeri girdiğini görünce hemen ayağı kalkıp acemi bir tüccar misafirperverliğiyle onlara şeker ikram etti.

“Kaç makina?” dedi. Gözü Maroge’nin yarım sarkan kolundaydı.

Petrus aldığı şekeri açmaya hazırlanırken “bir makina” dedi.

Oturdular. Maroge heyecanla Petrus’un anlattıklarını dinlemeye koyuldu.

“Buna ‘maus’ deniyor.” Demekle başladı Petrus anlatımına. İnternet’e nasıl girildiğini, nerelerde dolaştığını zaman kaybetmeden kısa bir şekilde, öğretmen edasıyla anlattı. Arkasından ‘chat’ yapılan sitelerden birine girdi. Maroge’nin beklediği an gelmişti. Dörtlü bir sohbetin içinde buldu kendini. Maroge Petrus’u heyecanla izliyordu. Petrus Maroge’ye gösterdiği ve yazdığı her cümleden sonra “bir dahaki sefere de sen yaparsın” diyordu. Petrus iyiden iyiye ‘chat’a dalmış, yanında heyecan içinde oturan Maroge’yi unutmuştu. Ara sıra hatırladığında Maroge’nin ‘enter’a basmasına izin vererek, heyecanının tatmini için ona kendince olanak sağlıyordu. Maroge ise bu duruma razı gelip heyecanla ‘enter’a basacağı anı bekliyordu. Maus’u sevmişti. Ama tek elle klavye kullanma düşüncesi Maroge’nin yüzündeki heyecanı alıp götürdü. Hiç girişmemeliydi bu işe. Ya da ‘Petrus’tan yardım isteyebilirim’ diye geçirdi içinden. Petrus’un ‘chat’ yaparken yüzündeki dünyayı unutmuş ifadeyi görünce, bu fikirden de vazgeçti. Belki zamanla işi kavrayıp tek elle halledebilirdi. Sevinci biraz olsun tazelendi ama eskisi gibi değildi. Nasıl birşeydi bu? Anında mektuplaşma. İnanılır gibi değildi. Petrus, Maroge’nin kulağına eğildi. Fısıldayarak “Açık saçık filmlerin olduğu siteler var. Diğerine gidersek sana gösteririm.”

“Klavyeyi kullanmak gerekiyor mu” diye sordu Maroge bir çırpıda.

Petrus, “Saçmalama. Maus yeterli” derken, Petrus’un gözleri Maroge’nin koluna dikildi. Cümlenin sonuna doğru sesi aşağı düştü.

“Boşver, kalkalım istersen” dedi.

Geldikleri yoldan gerisin geri yürümeye koyuldular. Sokkıl Bakkar çarşısı daha bir hareketlenmişti. Maroge ve Petrus küçük bedenleriyle kalabalık içinde ilerlemekte güçlük çekiyorlardı. Dükkanların önünde yığılı erzak, üzüm pestili, kavurma ve sucuğun birbirine giren kokuları Sokkıl Bakkar’ı etkisi altına almıştı. Petrus Maroge’ye internette daha neler yapılabileceğini anlatıp duruyordu. Maroge’nin keyfi yerine gelmişti. Dükkanlardan birinin önünden geçerken, elini bıtım çuvalına daldırıp üç-beş bıtım aldı. Gülüştüler. Tam o sırada sol taraftan akıp giden kalabalığın arasından bir çocuk sesi duyuldu.

“Koluna ne oldu?” arkasından üç-beş çocuğun kıkırdaşan sesleri. Maroge, kendisine bakarak uzaklaşmakta olan çocuklara döndü. Soruyu soran çocuk hala gülüyordu.

Kalabalık, çocukları görmesini engelliyordu. Yüzünde gezinen sivrisineği eliyle kovaladı. Zeytin kırmaktan kararan elinden burnuna zeytinin ham kokusu vurdu. Kalabalık içinde bir an açılan boşluktan faydalanıp gözlerini çocuğa dikti. Yüzünde ukalaca bir tebessüm belirdi.

“Yedim!” diye bağırdı ve ardından kalabalığı yara yara kendisini bırakıp giden Petrus’un peşi sıra adımlarını hızlandırdı…

No comments: