Zafer KARADAĞ
Bazı hatıralarım canlandı ve sizinle paylaşayım istedim.
1-
Rahmetli dedemin Muğla'daki kendi bahçemizdeki zeytin ağaçlarından toplayıp götürdüğü ve Bayır'daki eski sıkımcısında bizzat kendisi de çiğneyerek elde ettiği zeytinyağı ile başlayan zeytinyağlı hayatımda İtalya'nın özel bir yeri vardır.
İlk gidişimde, Como Gölü kıyısında kaldığım bir otelin muhteşem manzaralı lokantasında yemeğimi getiren garsondan zeytinyağı ve pul biber rica ettim.
Daha doğrusu etmeye çabalıyorum ama ne mümkün, bende gram İtalyanca yok, onun durumu ise benden de vahim, ne bir gram İngilizce var, ne de Türkçe. :)
Dünyanın 5 kıtasında tanıştığım insanların dillerini anlamasam da vücut dilimi kullanarak derdimi anlatmayı başardığım halde bu garsona bir şişe zeytinyağı ile pul biberi anlatamıyordum.
O da, ben de sürekli birşeyler konuşuyor ama birbirimizi anlamıyorduk ki, birden bir mucize oldu.
On dakikadır karşılıklı cebelleştiğimiz o garson gitti ve elinde bir şişe zeytinyağı ile küçük bir tabakta İtalyanların o meşhur çekirdek halindeki pul biber olduğu halde geri döndü.
Müthiş mutlu olmuştum, hemen pul biberi yemeğime döktüm, üstüne de zeytinyağını boca ettim ve soğumaya yüz tutan yemeğe adeta saldırdım.
Aman Allahım o da ne? Daha ilk çatalda ağzımdan, burnumdan hatta kulaklarımdan da alev fışkırmıştı.
Acılı Adana kebabın üzerine bile pul biber dökerek yediğim için Adanalı dostlarımı gıcık eden :) ben, inanılmaz bir acı ile sarsılmıştım.
"Nasıl bir acı bu?" diye soran gözlerle arkamı döndüğümde ise, bu defa şaşırtıcı bir tablo ile karşılaştım.
Mutfağın kapısına dizilmiş aşçıbaşı, aşçılar, yamaklar hatta belki de bulaşıkçılar bile ellerini göğüslerinde kavuşturmuş, alaycı bakışlarla beni izliyorlardı.
Tarafımca durum anlaşılmıştı, benim o acı biberi yiyemeyeceğime inanarak, pozisyon almış beni izliyorlardı. :(
Eee... bu durumda bana yapacak tek şey kalmıştı, bir elimde çatal, diğer elimde ise gözlerimden ve burnumdan açık kalmış çeşme misali akan suları silmeye yarayan peçete olduğu halde, son lokmasına kadar tabağımı bitirdim.
Şimdi gülme sırası bendeydi, kafasındaki şapkanın uzunluğundan aşçıbaşı olduğuna kanaat getirdiğim şahsiyete parmağımla işaret yaptım ve masama davet ettim.
Karışık bir yüz ifadesiyle yanıma gelen aşçıbaşına;
- "Aşçıbaşı olduğuna göre İngilizce biliyorsundur değil mi?" dedim.
- "Evet" dedi.
- "Peki" dedim, "söyle bakalım, benim bu acıyı yiyemeyeceğimi düşündüğünüz için hep birlikte sıralanıp beni izlediniz değil mi?"
- "Doğru" dedi, "çoğumuz yiyebileceğinize inanmadık ve aramızda da bahse girdik, o yüzden sizi izledik." Bu sefer şaşırma sırası bendeydi;
- "İyi de, bu biberler her yerde var, benim yiyemeyeceğimi düşünmenizin sebebi ne ki?"
- "Yoo..." dedi aşçıbaşı, "mesele sadece acı biber değil."
- "Eee, ne peki?"
- "Bizim garson arkadaşımız size özel bir zeytinyağı getireceğini, dolayısıyla yemeğinize ayrıca acı biber atmanıza gerek olmadığını ısrarla size anlatmış ama siz yine biber de istemişsiniz."
- "Nasıl yani? dedim, "özel zeytinyağından kastınız ne ki?"
İşte o zaman sözün bittiği andı benim için, aşçıbaşı masada duran zeytinyağı şişesini ters çevirince gördüm ki, şişenin dibinde o pul biberlerden en az üç parmak kalınlığında biber varmış.
Yani bırakın benim gibi tabağa boca etmeyi, insanlar birkaç damla damlatınca bile yeterli acılığı verirmiş... :(
Amaaan neyse, sonuçta o İtalyanlara biz Türklerin acılı zeytinyağının üstüne de acı biber atarak yiyebileceğini göstermiş oldum. :)
O zamanlar yoktu ama artık Türkiye'de de acılı, limonlu, portakallı ve daha ne çeşitli zeytinyağlarımız var hamdolsun. :)
Haa, bir de aşçıbaşına şunu sordum,
- "Peki sen bahiste beni tutmuş muydun?"
- "Yok" dedi, "ben kaybedenlerden oldum, şimdi mutfağa gidince 10 Euro vereceğim" :)
2-
Bir başka İtalya seyahatimde ise Brescia'daki dostlarım Garda Gölü kıyısında bir akşam yemeğine davet etmişlerdi.
Daha siparişleri bile almadan masaya küçücük bir tabakta siyah zeytin ve ekmek getirdiler.
Masada zaten küçük bir şişe zeytinyağı demirbaş gibi duruyordu. :)
Garsondan boş bir tabak, limon ve pul biber rica ettim ve masadaki zeytini o tabağa boşaltıp, zeytinyağı, limon ve acı biberli bir sosa yatırdım.
Sonra da tabağı ortaya sürüp herkesi buyur ettim.
Zaten hazırlarken beni şaşkınlıkla izleyen dostlarım, davetimi kibarca reddettiler.
Canıma minnetti, çünkü zeytin çok azdı :) ben de başladım ekmeğimi o sosa batırıp yemeye.
Derken yanımdaki İtalyan çok merak ettiğini söyleyerek bir lokma ekmeği sosa batırdı ve bir de zeytin aldı.
İki saniye sonra aralarında başlayan hararetli konuşmayı tabii ki anlamadım çünkü İtalyanca idi ama konunun ben ve hazırladığım sos olduğunu hemen anladım çünkü aynı garson masaya üç kere daha zeytin ve sos malzemesi servisi yaptı. :)
O günden bugüne 13 yıl geçti, hala daha o sosu hazırlayıp yediklerini ve adını da Türk sosu koyduklarını söylüyorlar. :)
3-
Bu hatıram ise 4 yıldır yaşamakta olduğum Çin'den.
Wuxi kentindeki Tai Gölü'nün kıyısında faaliyet gösteren Sheraton Oteli, kahvaltıda hem siyah hem de yeşil zeytin ikram eden ilk otel olduğu için beni çok etkilemişti.
Bir akşam yemeğine davet ettiğim Çinli dostlarım ısrarla bir balığı tavsiye ettiler, sadece Tai Gölü'nde yaşayan bu balık çok meşhurmuş.
Bir Egeli olarak deniz balığı değil de bir göl balığı yemeyi tercih edemezdim ama misafirlerimi kırmamak için "peki" dedim.
Aman Allahım! göl balığı dedikleri, iri ama bayağı iri bir Levrek gibi bembeyaz lop etli bir balıktı ve lezzeti de inanılmaz güzeldi.
Tek bir sorun vardı, o güzelim balığı perişan eden tatlı bir sosla pişirilmişti.
Hemen zeytinyağı, limon ve tuz istedim, bir yandan da balığı üzerindeki tüm soslardan ayıklayıp temiz bir tabağa aktarmaya başladım.
Garson elinde bir limon, bir de tuz tabağıyla geldi (çünkü Çin'deki masalarda tuzluk bulunmaz), fakat zeytinyağı yokmuş dedi.
Ona dedim ki;
- "Şimdi mutfağa git, aşçıbaşına selam söyle, kahvaltıda iki çeşit zeytin ikram eden bir otelde zeytinyağının olmaması mümkün değil, ben istiyorum."
Biraz sonra ne oldu biliyor musunuz?
Aşçıbaşı elinde bir şişe zeytinyağı ile masamıza geldi ve dedi ki;
- "İki yıldır bu otelde çalışıyorum ve ilk kez zeytinyağı talep eden bir müşteri ile karşılaşıyorum. Çinliler tanımadığı için talep de etmiyorlar ama ben kendim için yaptığım tüm yemeklerimde ve salatalarımda sadece zeytinyağı kullandığım için, size kendi şişemi getirdim."
O anki mutluluğumu tarif etmek bile imkansız, sadece teşekkür etmekle kalmamış, itirazına rağmen aşçıbaşına mutfağın kapısına kadar refakat etmiştim.
Sonra, masadaki Çinli dostlarımın şaşkın bakışları arasında hemen balığımın üzerine zeytinyağı döktüm, limon sıktım ve tuz ektim.
Tabii önce kibarca onları da davet ettim ama beklediğim gibi hem gözleri, hem yüz ifadeleri hem de elleriyle keskin bir şekilde almayacaklarını söylediler.
Benim ki de işti yani, Çinliden bir balığın üzerine döktüğüm o üç yabancı (!) maddeyi yemesini beklemek abesle iştigaldi.:)
Ama kafaya koymuştum bir kere, hele o kadar mücadele ve aşçıbaşının jestinden sonra onlar yüzlerini istedikleri kadar ekşitseler de o balığın tadına bakacaklardı.
Baktılar da...
Ne mi oldu?
Ne olacak? o üç Çinli aradan geçen üç yılda en azından 30 Çinli'ye o balığın benim sosumla da çok lezzetli olduğunu uygulamalı olarak anlatmışlar ve anlatmaya da devam edecekler.
4-
Ofis tabelamızda göreceğiniz gibi Çinlilere şu mesajı vermeye çalışıyoruz;
"Türk zeytinyağı sağlık ve güzellik katar."
Ziyaretimize gelen pek çok Çinli hanımefendinin, armağan olarak verdiğimiz 50cc'lik zeytinyağı şişelerini hemen açıp, yüzlerine sürdüğüne defalarca şahit olmanın mutluluğunu yaşadım. :)
No comments:
Post a Comment